:: Çizgi Roman Okurları Platformu ::

http://groups.yahoo.com/group/croplatform/

Archive for the ‘ÇR Okurlar – Emek Verenler’ Category

Türkçe 300 Albümü ve DRUBAK’La söyleşi

Posted by croplatform Nisan 6, 2007

Veee işte usta yazar-çizer FRANK MILLER’ın “300” grafik novel’ini ülkemize Türkçe kazandıran yayıneviyle, DRUBAK’la, Ekim Erkurt’la yaptımız mini söyleşimiz. Günlerdir beklediğimiz yanıtlar nihayet elimize ulaştı.

Çizgi Roman dünyamız bir yanda kan kaybederken, genç, cesur ve becerikli çizgi roman girişimcilerinin ataklarıyla umut doluyor. Dileriz bu artarak sürer. Tabii dileriz okuyucular da artar! 

İşte söyleşimiz ve 300 ve belki de devamı…:

 

 

Ü – Klasik bir giriş yapıyoruz hazırlanın! En beklenmedik soru geliyor yani: DRUBAK kimdir, nedir? 

E – Drubak, öncelikle grafik ve web teknolojileri alanında uzmanlaşmış bir görsel iletişim tasarımı oluşumudur. Dijital medya olarak adlandırabileceğimiz her alana ilgi ve alaka göstermektedir. Drubak, bir şirket isminden ziyade etkinliklerimiz için kullandığımız proje ismimizdir.    

 

 

  

Ü – DRUBAK ekip veya yöneticisini tanıyabilir miyiz? Belki de en çok merak edilen şey çizgi romana ve yayıncılığa yönelen kişilerin alt yapısı ve cesaretlerini hangi alt yapı üzerine kurdukları. Sonuçta eline fırsat geçse aynı işi yapmak isteyecek çok genç var ve rol model seçme aşamasında yayınevi sahiplerinin örnek olabilecekleri noktaları açıklamak en doğru hareket olur herhalde? 

E – Ekibimiz genel olarak Sinema ve Görsel iletişim Tasarımı dallarında eğitim görmüş, hepsi en az yüksek lisans derecelerine sahip konularında uzman arkadaşlardan oluşmaktadır. Genel ilgi alanları internet teknolojileri, video, animasyon, grafik, bilgisayar oyun tasarımları olarak tanımlanabilir.  

Ü – Belli ki eğitim ve mümkünse ileri eğitim uzmanlaşmayı getirirken bilgisiz iş yapılamayacağının da altı çizilmiş oluyor yanıtınızla. Peki ajansınızda görev alan kişilerin çizgi romanla ilişki düzeyi, tercihler, kişisel beğeniler nelerdir? 300’e giden yolda sizleri neler besledi? 

E – Drubak’ı tüzel bir kişilik olarak kabul edersek, genel olarak yetişkinler için yaratılmış grafik romanlar ile ilgilenen, felsefi ve siyasal altyapısı ile öne çıkan projelerle ilgilidir diyebiliriz. Öncelikle ürünlerde gözetilen ayrıntılar, grafiksel kalite ve metinlerdir. Genel olarak Kingdom Come, Watchmen, Planetary, The Authority, Batman: Year One/The Dark Knight Returns, Transmetropolitan, Blanket, Sandman, Conan The Barbarian bizim beğenerek okuduğumuz çizgi roman eserleridir.

  

 

Ü – Hep cesur girişimciler dedim size ama nedir bu cesaretin sebebi? Çizgi Roman basmak ! Koşullar, yayınevlerinin durumu, satış rakamları, Lal’in yayın durdurması, Serüven’in kapanması… Neden çizgi roman bastınız? Hani şaka bir yana eminim bazıları “aklınızı peynir ekmekle mi yediniz” diye sormuştur… Yoksa sormadılar mı? 

E – Ülkemizde çizgi roman ve kitap işleriyle uğraşmanın, büyük şirketler dışında kimseye memnun edecek bir iş kolu olmadığı herkesin malumudur. Bu nedenle yeni yapılanan ve öncelikle iş alanları yeni medya olan bir yapılanma için çizgi roman alanını seçmek, adımların hiyerarşisi ile ilgilidir. Bu işe adım atarken piyasa koşullarının bozukluğunu takip ediyorduk. Çizgi roman okurlarının ürün kalitesi ve değerinin düşmesi nedeniyle heveslerini yitirmekte olduklarını düşünüyoruz ve genel durgunluğu buna bağlıyoruz. Bu sebeple aynı jenerasyondan bireyler olarak bizim de beğeneceğimiz ve edinirken mutluluk duyacağımızı düşündüğümüz bir iş ortaya çıkarmak ilk amacımızdı. Şu ana kadar çizgi roman severler dışında kimseden göremediğimiz destek ve yakınlığın kırdığı cesaretimize rağmen, severek ve isteyerek grafik yayımlar alanındaki çalışmalarımıza devam edeceğiz.  

Ü – 300’e kim karar verdi, neden E – 300’ün Frank Miller’ın kimliği ve çizgi roman dünyasındaki önemi nedeniyle doğru bir çıkış ürünü olacağını düşündük. Grafiksel olarak mühim, metin olaraksa heyecan vericiydi. Güçsüz görülen ve yenileneceklerine kesin gözüyle bakılan 300 savaşçının, kendini kabul ettirmiş, doymayan ve paylaşmayan, kibiri yüzünden vasatlaşan dev bir orduya karşı verdiği savaşın hikayesini sunmak, yeni, genç ve kendine inanan bir şirket için iyi bir başlangıçtı. Bu adım, sembolik olarak bize güç veriyor ve verecek.  

Ü – “Bu idealizm midir, belli hedeflere doğru ilk adım mı?” diye soracaktım vazgeçtim! Ama şimdi aklıma takılan bu işin sizdeki duygusal yanı bir tarafa yayınevi olarak nasıl bir uğraş verdiğiniz. Bir çok örneğinde rastladığımız üzere bizde çizgi roman hasbelkader zeçimlerle basılıyor. Siz ne yapacaksınız? Sadece gündem konularına göre mi yayıncılık yapacaksınız (filmi var diye çr basmak mesela) yoksa belli bir yayınevi konsept ve editoryal çalışmanız var mı  

E -Gündeme göre yayım yapmak gibi bir kaygımız hiç olmadı, olmayacak. Amacımız, 300’ü Kasım 2006 döneminde çıkartmaktı ancak lisans ve çeşitli rekabet koşulları yüzünden geciken süreci filmin çıkışı ile birleştirmek en mantıklı çözüm olduğu için durum, bu şekilde tezahür etti. 300’ün filmi yüzünden yayımlandığı yanılgısı ne yazık ki hep karşılaştığımız bir eleştiri ancak gerçekten iyi bir ürün ortaya konduktan sonra okuyucular için filmin varlığı veya yokluğunun bir önemi olmaması gerektiğini düşünüyoruz.

 

 

 Ü – 300… Hedefiniz neydi, ona ulaşabildiniz mi? Kaliteli ve bir hayli başarılı bir baskı yaptınız Çizgi Roman Okurları Platformu olarak tüm çizgi roman okurları adına teşekkür ve tebrik ederiz. Neler söylendi size bu konuda. Hele de fiyat düşük bulundu o kaliteye göre. Para kazanabildiniz mi 🙂 

E – 300’ün baskı kalitesi ve sunumu elimizden gelenin en iyisi oldu. Kitabın şu sıra değerini verenlerin yanında, yıllar yılı kitapçılarda bulunacağını, şimdi 13-15 yaşında olan gençlerin 17-18 yaşlarına geldiklerinde bu kitabı görüp edinmek isteyeceklerini ve hak ettiği değeri verecekleri inancındayız. Bu perspektiften bakınca bu işi direkt olarak kar amacı güderek yapmadık. Bir tavır olarak ve bizim gibi gençlerin artık iyi şeyler üreterek var olmak istediklerini göstermek için yaptık. Fiyat açıkcası olması gerekenden çok daha düşük ve bu durum bizi, hesapladığımızdan daha fazla zorlayacak gibi görünüyor ancak bahsettiğim idealler nedeniyle bu yapılması gereken bir hamleydi. İyi iş ve samimiyet bugün değilse yarın yerini bulacaktır. 300 konusunda kısaca, kar edemeyeceğimizi söyleyebilirim.  

 

 

 Ü – Yeni kuşak pek sevilmiyor eskiler tarafından ama galiba yeni kuşağın en büyük erdemi dürüst olabilecek kadar cesur olması. Para kazanmıyoruz diyebilmek büyük bir başarı bence. Konuyu gene bizdeki yayıncılığa getirmişken sorayım çizgi romanımızın yerli üretimlerinin ve telif baskılarının geleceğini nasıl görüyorsunuz? 

E – Çizgi roman kültürü, genel görsel kültürü zengin toplumlarda gelişen ve kıymeti bilinen bir alandır. Çizgi roman geleneği olan bütün toplumların resim, heykel, sinema gibi alanlarda başarı olduğunu görüyoruz. Bu nedenle ülkemizde bugüne değin bu alanlarda hiyerarşik bir kültür oluşumu edinilememiş durumda. Ancak 90’lardan sonra gelen jenerasyonda bu görsellik iletişimi ve olgunluk sağlanmaya başlandı. Bu gelişimin ne kadar sağlıklı olduğu tartışılabilir ancak gelecek vaad ettiğini düşünmek umut verici olacaktır. Özellikle genç okurların ve yaratıcıların ülkemizde yazılacak, çizilecek ve okunacak bir çok hikaye olduğunun farkında olmalarını ve daha çok çizgi roman üretecek cesareti biran önce bulmalarını ümit ediyoruz.  

 

Ü – Konuyu sizin de yeni kuşağa getirmeniz hoş oldu. Nedense bir önceki kuşağın yarattığı karmaşayı, bazı özensizlikleri ve eksiklikleri gidermek yenilere kaldı ama bir çokları bunu görmezden gelirken gençler de potansiyellerinin farkında değiller. Hele ellerindeki muhteşem olanakları bilseler… Yeni veya eski… Okur profilimiz ve diğer yayınevlerimiz hakkında görüşleriniz nelerdir? 

 

E – Ülkemizdeki okur profilinin ‘Bonelli’ olgunlarını bir kenara koyarsak piyasa yönlendirmelerine tabi olmamaları gerektiğini düşünüyoruz. Daha aktif ve isteklerini çeşitli ortamlarda daha sık beyan eden okuyucuların türk çizerlere ve yayımcılara nitelikli biçimde yardımcı olabileceğini ve Türkiye çizgi roman profiline katkıda bulunmaları gerektiğine inanıyoruz.  

Ü –  Son olarak bir söz, öneri, DRUBAK haberi… Söylemek istediğiniz ne varsa onu da size bırakıyorum. 

E – İşlerimizi takip edin, biz okurları ediyoruz desem yeterli olur herhalde! 

 

DRUBAK, okurlarına bir de hediye veriyor. Ekim Erkut onu da hatırlatıyor unutmayın: www.300cizgiroman.com (Çizgi roman severler 300’ü, 50*70 poster hediyesiyle birlikte sitemizden edinebilirler.) 

 Ümit Kireççi 

 

Posted in ÇR Okurlar - Emek Verenler | 1 Comment »

VESYEL ATAYMAN’LA ÇİZGİ ROMAN ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Posted by croplatform Mart 31, 2007

Buradaki soruları aslında iç içe. Bu sorulara verilecek cevaplar, kime yönelik oldukları sorusuyla birlikte düşünüldüklerinde, farklı içerikte ve yoğunlukta olacaktır. Aldığım bilgiye göre, “genç” arkadaşlar söz konusu.

 “Elindeki Postmodern Kurtarıcılar” derlemesinden de hemen ilk bakışta görülebileceği gibi, sorunlar öyle fazla basitleştirilmeye pek elverişli değil.          Ben sırasız cevaplamaya çalışacağım. Bu da kendi içinde tek bir metin gibi görünebilir. Bir kere: Postmodern Kurtarıcılar,kapakta ve önsözde yazdığım gibi, bir Derleme; ağırlıklı olarak “sinema konusunda”  MATRİX’i ele alan bir çalışmanın ve başka popüler kültür (Almanca) metinlerin omurgası üzerinden gidiyor. Matrix, biraz felsefe kırıntısı üzerine kuruluymuş-gibi; görünürde filozofik. Temelinde son dönemlerin SİSTEM teorisi, GÖSTERGE/SEMİOTİK birikimleri harmanlanmış: Ne demek bu? Dünya ABD gibi, Avrupa refah toplumları gibi “güçlerin” oluşturduğu bir SİSTEM. (olarak anlaşılıyor) (kabaca) Ekonomik, siyasal, kültürel vb. ilişkileri içeren bir sistem… Önemli bir felsefi/pratik sorun koyuyor karşımıza: SİSTEMİN kapsadığı dünyada, alanda, ÖZNE artık işlevsiz. (bakınız, özne ilişkisine kitapta ayrılmış geniş felsefi bölüm/ Descartes/Kant/Blade Runner vb. yorumu) SİSTEMİN EFENDİLERİ BİLE BİR ANLAMDA DAHİL OLMAK ÜZERE, sistemin sadece ATÖRLERİ var artık. (Özne –aktör birbiri yerine geçmeyecek tanımlardır) Yönlendirilen, sömürülen, popüler kültürle, siyasetle bilinci köreltilen “insan” Artık özgür-özne-birey değil, “sistemin bir öğesi”. (Matrix-mantığında) Bu durumda, sistemin aklını, amacını, hedefini, kavrayamayacağı için, artık sistem dışı alternatif düşünce, kültür, siyaset de üretemiyor. Çünkü sistemin/imparatorluğun, akliliği, kendine referanslı sistemin; Matrix’te NEO, ve sisteme karşı direnen gemi personeli, “sistemin” içinde mi, dışında mı? Dışarısı gerçekliğin çölü.  Soru şu: Sistemin her şeyi, başkaldıranı/isyancısı/hatta isyancıları izleyenleri (BAY SMİTHLER) bile SİSTEMİN AKTÖRLERİ/ÖĞELERİ  iseler (ki öyle) KURTARICI OLMAK MÜMKÜN MÜ? Kısacası; Bu anlamda ben de “postmodern kurtarıcıları” uygun buldum.

Aslında kurtarıcı filan değiller, sistemin verdiği rolü (bilerek ya da b ilmeyerek) uygulayanlar. (Gördük ki, sistemi kuran (mimar) bile MATRiX’in içinde. (ABD?)

 

 Gerçeklik yanılsama gibi bir şey olmuş. Gerçeklik yansımanın yansıması gibi. (Baudrillard) Gerçeklik yerine katlanmış GÖSTERgELER var karşımızda. Böyle olunca da, KURTARICI KURTARICI DEĞİL.  Sistemin öğesi. “Uyan NEO”. Öyleyse postmodern “kurtarıcıda” postmodern, belli bir anlamda yöntemsel bir kavram, bir sınır işareti: ÖZNE olarak ortaya çıkan, gerçekliği böyle yeknesak, kudretli bir sistem olarak sunmayan filmlerin, çizgi romanların, popüler kültürün kurtarıcıları ile aradaki radikal (dilsel) fark bu, diye düşünüyorum. Onun için, çok sevdiğim bir popüler kültür örneği olan “SHANE” westernini vb. örnek verdim.

Popüler sinemanın kurtarıcı mitosu, idoller yaratıp duruyordu ve duruyor. Ama o, mitos kahramanı da olsa, bir ÖZNE. İdeolojinin, (mitosun) masalsı öznesi de olsa. Kısacası özne-aktör ayrımında ifade edilebilecek bir ayrım bu basitleştirirsek.Elbette, kurtarıcının içinde yer almadığı ilişkilerin (her zaman sistem olarak tanımlanması mümkün). Ama işte, MaTRİX bunu felsefeleştiriyor (sözde) ve göstergeleştirip ilkeleştiriyor.  Popüler kültürün kurtarıcıları ise, gerçekliğin dışarıdaki bir çöl olmadığını, tersine, ideolojikleştirilmiş kötülüklerin/aksaklıkların üzerine yürekli gidilince, gerçekliğe, doğruya ulaşılabileceğini söylemek istiyor. (benim yorumumda) 

ÇİZGİ ROMAN (COMİCS)

 

Sanırım bu açıklamadan sonra, zaten “çizgi roman” kahramanlarını NEO gibi, sistemin yarattığı öğe mi, yoksa, BATMAN gibi, parçasal kötülüklerin üzerine giden kurtarıcılar mı olarak anlayabileceğimizi tartışmak kolaylaşıyor. Tekrarlıyorum: Bu iki kurtarıcı kolaylıkla birbirine dönüşebilir algıda. Ama bu yöntemsel ayrımı yapmazsak, popüler kültürü tarihsel olarak da iyi çözemeyiz.

 (Bu anlamda “postmodern olmayan popüler sinema kurtarıcılarını bir yana bırakıp çizgiye geçebiliriz) ZEUS-KULTU (OLYMP TANRILARI YERYÜZÜNDE) Antik Yunan tanrıları, insanlar arasında, yarı tanrı yarı insan yaşıyorlardı sanki.Özellikle ZEUS kültü (inanç ve toplumsal ilişkiler sistemini) düzenlediğinde,“Olymp” kültü dediğimiz, tanrıların kaldıkları dağlar, tanrıları da bir tür irade ve uyarıcı olarak bu kültün içine aldı. Yunan tanrıları, Zeus kültünde kadere müdahale etmezler (bu onlardan beş yüz yıl öncesine gider); Yunan “Zeus kültünde” uyarı vardır, kehanet üzerinden akıl verme vardır! Modern popüler kültür sanayi ise, böyle bir Olymp dağı kutlu (dini?) üzerinden kahramanlar, simgeler, göstergeler üretip duruyor yaklaşık geçen yüzyılın ilk çeyreğinden biraz sonra başlayarak! Çizgi roman kahramanları, özellikle klasik biçimiyle, Kurtarıcı kültünün aramıza inmiş ÖZNELERİ. Göstergeler, semboller üzerinden rollerini tanımlamamıza yardımcı oluyorlar. (BATMAN) işaretinin kutsal-kült yanını düşünelim. Kiminin “kripton” gibi bir göstergesi var, kiminin yüzünden hiç çıkarmadığı bir (kızıl) maskesi.  

Aynen kült dünyasının tanrıları gibi, işaretlerle, sembollerle, ima-biçimleriyle, sadece kendileri olan birer yarı-tanrı yarı insan bunlar!

 

 Zeus kültünde, kahinler, tanrısal uyarıları yöneticilere aktarırlar.Çizgi roman kutlunda , kurtarıcılar dayanamayıp dağdan inmişlerdir, ama “tanrısal işaretlerini” beraberlerinde getirirler. ROL ve Görev paylaşımı başka türlü olamaz. (Mandrake gibi, DELPHİ tapınağından kaçmışı andıran büyücü-kahin tipini düşünün) Bu nedenle olsa gerek: Bu kurtarıcıların en dayanamadıkları şey, “ikizleridir” (doppelgeangerleri). Yani onların yerine bir süre geçen sahteleri. Tanrılar kendilerine eş koşulmasından hoşlanmazlar. Tanrısal göreve soyunmak için yeryüzüne indikleri için de, genellikle kadın ilişkisine girmeleri adeta yasaklanmıştır onlara o dağın tepesinde! Cinsellik, homoseksüellik imasını bile benimsetecek kadar dışa itilmiştir bu çizgi romanlarda. Soyutlaşma Bizler 60’larda, Pekosbill le başlayıp (çarşambaları zor çekerdik) yetmişlerde Kid Karsonları, Tom Miksleri, Teks ve Zagor’u, Çelikblek’leri vazgeçilmez tutku haline getirdiğimizde, bunların karşısındaki dünya, “gerçekliğin çölü” filan değildi.  Özellikle TEKS, somut ABD tarihi olaylarını, WASP (beyaz-protestan) perspektifinden kullansa bile, kendine özgü ADALET anlayışıyla, bir düzeni uyarıp duruyor gibiydi. Zaten dağdan inen tanrıların, EVRENSEL GEÇERLİ BİR ADALET, HAK, AHLAK anlayışları vardı. Tanrısal dağda edinmişlerdir bunları. Dolayısıyla da, çığrından çıkan, düzen ve insanlardır. (din anlayışında olduğu gibi)Kurtarıcılar, kult habercisi ya da simgesi olduğu için de, onların ilkeleri sorgulanamaz! Demek ki, ideoloji, mitos, çizgi romanın ayrılmaz temel dünyasını belirlese de, postmodern/sistemin öğesi olarak ortaya çıkan NEO’dan farklıdır bu dönemin kurtarıcıları. (benim burada belirlemeye çalıştığım ölçüler içinde)Geriç BATMAN’de ve SUPERMAN’de olduğu gibi, bu kahramanların dünyası yer yer bizzat simgeleşir; soyutlaşır. BATMAN dünyası, soyutlaşmış bir kötülüğün dünyasıdır. Ancak simge ad (Gotham) dolaylı çağrışımlarla, giyim, kuşam, yaşam alışkanlıklarıyla bizi dolaylı olarak o yılların Amerikasına götürür. Ben belli bir ayrıştırma çizgisi peşinde olduğum için, POSTMODERN KURTARICLAR derlememde, buralara girmedim, ama yeni haliyle çizgi roman (FİLM de desek mi?) ortamını alabildiğine soyutlaştırarak, aslında TANRILARI teknolojileştirerek, kendini iyice iptal etmeye doğru gidiyor. 

Örümcek adamın yeni dünyasında artık sadece biçim olarak kentler, arabalar vb. var. Ama mücadele tanrısallaştırılmış teknoloji ile psikolojik zaaflarını birbirine düğümlemiş MEPHİSTOPHELES” LERLE

 

(ŞEYTANLARA/YARDIMCILARIYLA, HATTA BİLİM İNSANLARIYLA) adeta bizi ilgilendirmeyen, kendi aralarındaki bir çekişmeyi,bin bir türlü tekrarlarla sunuyorlar. Bizi kapamıyor, soğuk ve uzak kalıyor çünkü bilim-kurgu yanı ağır basıyor. Teknoloji (özellikle enerji ilişkisindeki bilimsel büyük yanlışlar) onları bütün uzaklığın ötesinde “incredible”ın (inanılmazın) içine hapsediyor. Olymp dağından kovulmuş, anlamını kendi bildikleri, saçma bir teknoloji gösterisi yapıyorlar. İyi kötü bile değiller. Tarafları oluşturuyorlar o kadar. Androitler, yarı tekno-yarı organik insanlar, bir tür cehennemin kapısının aralanmış olduğu gibi izlenimi veriyorlar, artık onları görevlendirmiş bir olymp tanrısı yok arkalarında, ya da ZEUS-KULTU.  Biçime/estetiğe dair uçan kaçan düşünceler! Elbette yukarıdaki açıklamalar da sadece “kurtarıcı ve kurtarılacak olan” bağlamında yapıldı. Burada çizgi roman kültürüne genel bir giriş filan söz konusu değil. Ancak kitapta değinmeme zaten imkan olmayan bir biçim sorunu üzerinde düşünmeye değer. Gerçekte “sinema” çizginin yerine yeni teknolojik imkanlarla, yepyeni “çizme” imkanları getirileli beri, (bilgisayar animasyon/ üç-boyutlu animasyon katkılarından söz ediyorum) klasik çizgi film biraz köşeye sıkıştı. Bunun kağıt üzerindeki “comics”e ne etkisi olur bilmem.  Ancak on on beş yıldır, kimi arayışlar var. Örneğin, GRAPHİC NOVELS’DA olduğu gibi aynı kareyi: Eşzamanlı, ama farklı coğrafi alanlarda geçen olaylara, figürlere ayırmak gibi. Aynı kare içinde kesme çizgileriyle, (o olay anında) başka bir yerde olan biteni/kişiyi görebiliyoruz. Kimileyin üç ayrı “düzlem” bile bir kareye alınıyor. Bu, çizgi roman dilindeki arayışlara ve rekabet gücünü artırmaya bir örnek. Hatta okurca dikkat edilmezse, iç içe geçmiş “düzlemler” bir sayfaya dağılmış gibi bir algı da oluşabiliyor. (Resimler, sayfanın dışına taşıp, ortalığa saçılıyorlar sanki, sayfa iyice kayboluyor. ) Hatta, “anımsama”, “geleceğe yansıtma” anlamında, aynı kare içinde farklı zaman düzlemleri de bir araya getirilebiliyor. Artık hatırlanan şey, kahramanın kafası üzerindeki bulutumsu alan içinde çıkmıyor karşımıza. Çizginin bir başka cevabı; bütünle ilintili akla gelebilecek ve gelmeyecek binlerce ayrıntının “çizilmesi”. Okumak ve bakmak için, 5-6 saniye ayırdığınız bir “kare” içinde, yarım saate hepsini ancak görebileceğimiz kadar ayrıntı çiziliyor. Popüler kültür sanayinin “tüketim-Pazar” rekabetinden mi? Cevabını merak ediyorum. Ama sanatın “bir atma/azaltma” olduğu ilkesi burada işlemiyor. Picassonun ünlü  boğasını düşünelim. Önce ayrıntılı bir boğa çizelim, sonra çizgileri azalta azalta o “salt bağa” imgesini bir başına temsil edecek ana temel desene dönelim! Birkaç çizgi ve akıllardan silinmeyecek bir boğa figürü. Çizgi, bugün bu anlamda, hiç kullanılmayacak ve kullanılmayan binlerce ayrıntı üretmekle, “bakışımızı” bir an için doldursa da algımızı beslemiyor. John Berger mi demişti: Resim yansıtma değil, “temsildir” diye. Burada bir formül gizli: Tıpatıplık iddiası, çizgi romanda zaten paradoks bir ilişki bence: Kendisi doğaüstü/yarı kult-mitos ya da androit-bilim-kurgu  ürünü olan bir “figürü”, görünen gerçekliğin manzarası içine oturtmak. Biliyorum, estetiğin sorunlarına gidiyor ucu, ama, tartışma kapıları da böyle aralanabilir herhalde. (Bahadır Baruter) bu bağlamda, çizgi bombardımanı ve çizgi roman estetiği konusunda herhalde önemli şeyler söyleyebilecek biri diye düşünüyorum! (ben bu tarz çizgi ayrıntısında, gerçekliğe yönelik bir meydan okuma da bulabilirim: gerçekliği çizginin tahakkümüne boyun eğdirmek. Daha  çok çizenin, bireyin “subjektif” algısına indirgenmiş, atomlarına ayrıştırılmak istenilen bir “dış”. (Bu da bizi yeniden gerçekliğin temsili ve yansıtılması tartışmasına götürür. (Ne iyi olur!) Genelde, kült-mitos, özne çizgi romanı, gerçekliğin içinde mitik güçlerin yardımıyla yaşanacak bir alan açmaya çalışıp, kötülüğü geriletmeye çalışırlarken,Bu tür, gerçekliği çizgiye boyun eğdirip estetik bir özgürlük mü sağlıyor. Zaten tematik olarak, bu türün kişileri/figürleri de algının parçalayıcı etkisi altında, neseneleşiyor, çizgi kozmosunun bir paraçası olup eriyorlar (mı?) Kimlik soruları: 60 yaş civarındayım; iki kız iki oğlan, 4 çocuklu bir aile. Almanca/İngilizce üzerinden kültürü izleyebiliyorum. Elliden fazla çevirim, yüzlerce deneme/eleştiri yazım var. (Evrensel, Ev rensel kültür, eski sol dergiler, Sinema (Angelopulos, Kubrick, Lynch takıntılarım var). Popüler sinema hastasıyım . sinemanın sosyoloji yapmanın en etkili aracı olduğunu düşünüyorum. Filmler üzerinden giderek toplum tarihi yapabiliriz, anlamında) Aynı şeyi zaten kısmen ÇİZGİ FİLM ve roman üzerinden kitapta yapmaya çalıştım. Bordo-Siyah klasik yayınlarında 200’den fazla edebiyat çevirisine “önsöz yazdım” son 3 yıl içinde. Pornografik filmler tarihi”/Toplumsala “alttan” Bakmak adlı yeni bir derleme hazırladım.  Cumhuriyet kitapları arasında, 1995 yılından başlayarak çok satar olan “Dinozorların Sessiz Gecesini” (biraz değişik adla) önümüzdeki yıl çıkarmaya hazırlanıyoruz! 

  

Posted in ÇR Okurlar - Emek Verenler | Leave a Comment »

Fırat Demir konuğumuz

Posted by croplatform Mart 17, 2007

Şimdiki konuğumuz Fırat Demir. Suetkafa

   olarak da bilinir kendisi. Hızlı bir çizgi roman okuru ve yazarı. Yan linklerde sayfasını gezmek isteyenler adresini bulabilirler. Uzun keyifli bir sohbet ettik kendisiyle J Çok Uzuuuunnnn J 

Ü – Adınız – soyadınız, sizi yakından tanıyalım. 

F – Fırat Demir, Öğrenci 

Ü – Evvveeettt, sizi böylece yakından tanımış olduk ne hoş… Çizgi romanla ilişkinizi bize biraz anlatsanız…
F – Üst Düzey, uzun süredir seviyeli bir ilişki

Ü – Bu daha açıklayıcı oldu… Ne güzel sohbet ediyoruz değil mi? Ha, ha, ha, ha, ha… Peki ne zaman tanıştınız çizgi romanla, en çok neleri okursunuz?
 

F -İlk tanışmam Alfa‘nın Demir Adam‘ ı, en çok Comics okurum, Savage Dragon ve 80’s serilere hastayım.

 

Ü – Bu mudur yani, bu kadar mı anlatacaklarınız?

 

F – Evet. 

Ü – İyi tamam yormamayım ben sizi. Bari çizgi romandan beklentiniz var mı onu öğrenelim. Belli ki benim sizden beklentim az olmalı madem… 

F – Çizgi Roman’ dan beklentim; gerçekçilikle hayali güzel karıştırması.  

Ü – Çok aydınlatıcı oldu… Nedir arkadaşım senin için çizgi roman (ay daraldım bu muhabbetsizlikten)
F – Çizgi roman benim için başımın üzerindeki konuşma balonu…
 

Ü – Belli, belli… Balon ağzında değil ki anlatasın… Kafanda… Artık ayrıntıları kafana girince öğreniriz olacağı bu… Dur kaçma delmeyeceğim kafanı dur geri dön… Fırat, bu elimdeki matkap ev için kafan için değil. Hem kafanı delsem de balonlar dökülmez merak etme… Gel, kaçmaaaaa… 

 

 ÜMİT KİREÇÇİ

Posted in ÇR Okurlar - Emek Verenler | Leave a Comment »

Aytül Akal’la çizgi roman sohbeti

Posted by croplatform Şubat 23, 2007

 Aytül Akal, bugün çocuklar tarafından çok sevilen bir yazar. Anneler ve babalar onun öykülerini çocuklarına okutmayı o kadar seviyorlar ki her yeni kitabını merakla ve sabırsızlıkla bekliyorlar. Peki nedir onu ÇROP sayfamıza taşıyan? Hemen söyleyeyim, onu sayfamıza taşıyan bir zamanlar bir çok çizgi roman okurunun merakla beklediği bir çok çizgi romanın çevirmeni oluşudur. Dahası sadece iyi İngilizce bildiği için değil aynı zamanda Türkçe bildiği için de çeviri yapmış olması onu çizgi roman dilimizi geliştirmesi bakımından değerli kılıyor. Tabii sevgili ablası çevirmen Betül Ulukut’u ve değerli çevirilerinin okurlarla buluşmasında köprü vazifesini görmesi de onu sayfamızda ağırlamaktan ayrıca onur duymamıza neden oluyor.

 Oğlunu, ablasını, ablasının eşini, kendisini tanımaktan son derece mutlu olduğumu, kendisiyle görüşmekten ve her tür yazışmaktan keyif aldığımı da eklemek istiyorum bu arada.

 İnternet üzerinden yapılan röportaj için, kendisinin gençlere örnek teşkil edecek yaşam hikayesini işitebildiğimiz için, koşuşturmalar arasında bize zaman ayırdığı için, eğlenceli bir söyleşi metnine onay verdiği için sayın Aytül Akal’a ÇROP adına teşekkürü borç biliyorum. 

Yazar, çevirmen Aytül Akal

 Ü – Merhaba Aytül hanım, sizi biraz tanıyalım dilerseniz.

 

A – Kaç dilek hakkım var?

  

Ü – Pardon…!

  

A – Tamam affettim, bir daha yapmayın…

  

Ü – Hı…!!!!????!!!!!!!!………………

  

A – Böyle sessiz oturmayalım, ben kendimi tanıtayım önce. Ben, Aytül Akal… Çocuk kitapları yazarıyım. www.aytulakal.com adresine girenler, özgeçmişime ait aklıma gelenleri sıraladığım bilgilere ulaşabilirler.

  

Ü – Belki sormam uygun kaçmayacak ama, hani okuyucular çizgi romanla olan ilişkinizi tam anlasınlar diye soruyorum: Yaşınız kaç?

  

A – Yaşım mı?  Bu iş biraz çapraşık.  Matematiğim zayıf, yaş, havuz ve hız problemlerini çözemiyorum.  Ne zamandan beri mi?  Eh, yarım asırlık dilimi yiyip bitirdikten sonra tabii J Sonuçta özgeçmişler yalan söylemiyor ama… L  Sayfama girip bakanlar, doğum tarihimle bulunduğumuz yılı birbirinden çıkararaaaaak, yaşıma ulaşabilir J

  

Ü – Peki sayın Aytül Akal, yazar, çevirmen, yayınevi sahibi Aytül Akal nasıl bugünkü Aytül Akal oldu? Anladığım kadarıyla; daha internet sayfanıza girerek havuz hesabı yapamadım ama, yarım asrı devirmişiz. Çocuk, genç Aytül Akal kimdi?

  

A – Aslında yarım asrı devirince; yaşımı hatırlattınız ne hoş oldu, bazı ayrıntıları unutuyor insan, ben yine de hatırlamaya çalışayım.

 

Ü – Keh, keh, keh…

  

A – Ne o, gevrek gevrek mi güldünüz yoksa bana mı öyle geldi?

  

Ü – Biz eskiden simide gevrek derdik, acıktınız mı?

  

A – Hı….!!!!???!!!!

  

Ü – Ya, nasıl oluyormuş?

  

A – Neyse, uzatmayalım, 1971’de  İzmir Amerikan Koleji’ni bitirdiğimde, gelecekle ilgili aklımda iki hedef vardı:

  

1.     Evlenmek (iki yıllık nişanlıydım…)

 2.     Yazmak 

Sophie’nin seçimini önüme sürseler, bu iki hedeften “yazmayı” seçerdim… Zaten zaman içinde de, bu seçim kendiliğinden gelişip gerçekleşti. J

  

1971 yazında İzmir’den İstanbul’a taşınıp evlendim ve hemen iş aramaya çıktım.  İlk hedefim, Hayat Yayınlarının bir yayını olan “Resimli Roman” idi.  Neden mi?

  

Ü – Soru sormak benim işim ama… Neden Resimli Roman?

  

A – Neden olacak. Lise hayatım boyunca, yaşamla ilgili hayatı kolaylaştırıcı “pratik bilgiler” toplamıştım.  Kimini kapı kapı dolaşıp, ev hanımlarının ev işleriyle ilgili kendi buluşlarını not ederek toplamış, kimini yabancı kaynaklardan çevirip kültürümüze ve alışkanlıklarımıza uyarlamıştım.  Bu pratik bilgileri, Resimli Roman dergisinin orta sayfasında “tefrika” halinde yayımlamayı düşünüyordum.   Daha doğrusu, yazılarımı oraya layık görmüştüm, yakışırdı… Eh, ne de olsa yaş 19… Her yere yakışır da yakıştırır da… J

  

Ü – Kimlerle görüştünüz orada?

  

A – Resimli Roman’ın yazı işleri müdürü Oğuz Özdeş idi.  Eşimin uzak bir tanıdığı olan Nur İçözü, aynı yayın organında, Doğan Kardeş’te çalışıyordu.  Ondan rica ettim.  Oğuz Özdeş’ten bir randevu aldı benim için.

  

Ne yazık ki, bu randevu bir türlü gerçekleşemedi.  Bana verilen randevu saatinden çok önce ulaşmıştım oraya elbette, ama çok uzun süre beklediğim halde, Oğuz Özdeş gelmedi.  Dediler ki, yemeğe çıkmıştır, çok geç gelebilir… Hele iki kadeh atmışsa, işe gelmeyi bile unutabilir… Baktım ki iş yokuşa gidiyor, ha gayret  kalan son cesaret kırıntılarımı toplayıp, kendimi Hayat Mecmuasının kapısından içeriye attım ve Çetin Emeç’in karşısına dikilip, yazı yazmak istediğimi söyledim. 

  

Ü – Kime niyet kime kısmet demişler. Sizinki de biraz öyle olmuş gibi.

  

A – Valla, tırnaklarımı yiyerek, saç tellerimi kopararak Resimli Roman yazı işleri müdürünü beklediğim o gün orada karşı kapıda hangi dergi çıksa karşıma, kendimi oraya atacaktım, başka çarem yoktu.  Rastlantıyla bu dergi, Hayat Mecmuası oldu.  Orada başladım çalışmaya… Bu başlangıç da ayrı bir öyküdür ama çizgi romanın çizgisinden ayrılmamak için yan öykülere by-pas yapıyorum J

  

Ü – Bugün yayın evi ortağı-sahibi olan kişi olarak ve genç okuyuculara biraz daha yol göstermesi bakımından, o yılları yine de az ayrıntılıya bilir misiniz?

  

A – Çalışmak zorundaydım. Çok çalışmak…  Her önüme gelen işi kabul ediyordum.  Eşyalarımızı borçla almıştık.  Senetler ödenecek, kira, elektrik, su…  Çoğu akşam çay, peynir ekmek ile geçiriyorduk yemek saatlerini.  Zaten yemek pişirmeyi henüz bilmediğim gibi, pişirecek doğru dürüst tenceremiz de yoktu.  Tek tencere, büyük halanın getirdiği en küçük boy tencereydi.  Durmadan patates haşlayıp duruyordum…

  

Ü – Peki çizgi roman çevirmenliğine ne zaman başladınız?

  

A – O sıralardaydı…  Üç gün bir iş yerinde İngilizce yazışmalar yapıyor, iki gün Hayat Mecmuasında “Aklınızda Bulunsun” başlıklı köşeyi hazırlıyor, haftada iki gün de öğle yemek saatlerinde başka bir iş yerine gidip  İngilizce mektuplarını yazıyordum (elbette yemek yiyemeyince, öğle yemeği harçlığımı da arttırmış oluyordum!).  Dördüncü iş çıktı karşıma: Tay Yayınlarından Ay hanım aradı…  “Ay” hecesi her zaman uğurlu gelmiştir yaşamımda.  Ay hanım bana çeviri yapıp yapamayacağımı sordu.  İşte o anda… Önce Kızıl Maskeler, sonra Mandrakeler yığıldı önüme…

 

 

 

 

  

 

Ü – Peki bu çizgi roman çevirmenliği hayatınızda nasıl yer aldı?

  

A – Kızılmaskeleri, Mandrakeleri okurken de, çevirirken de büyük zevk alıyordum, bu en önemlisi. Ancak henüz elektrikli daktilo bile yoktu ortalarda. Evde dededen kalma, biraz hızlı yazsam tuşlarının hemen birbirine kilitlendiği eski bir daktilom vardı.  Üstelik klavyesi, iş yerinde kullandığımdan farklıydı.  Çevirileri onda yapıyordum.  Eşim uyumak istediği ve daktilonun gürültüsünden yakınıp durduğu için, daktilonun altına birkaç kat battaniye koyup yazıyordum.  Yine de tıkırdıyordu daktilo. “Yeter, yat artık!” seslenmeleri kesilmiyordu.  Neler denedim bilseniz…  Daktiloyu tuvalete taşıyıp, orada yazmayı bile…

  

Ü – Bu çeviriler ne kadar sürdü?

  

A – Yıllarca çevirdim Kızıl Maske’yi, Mandrake’yi Şimdi tam hatırlayamıyorum ama galiba sayfa başı ücret alırdım.  Çeviri yaptığım sayfalar sayılır ve bana bir para ödenirdi. Daha sonra, ablamın mali sıkıntıları olduğunda, ona hissettirmeden katkı verebilmek için (taksit taksit) çevirileri ona devrettim. Benim nasılsa başka işlerim de vardı ve yeni ek işler de her zaman bulabilirdim.

  

Ü- Bu çizgi romanla ilk tanışmanız mıydı peki?

 

 

A – Ah ah ah… Kısa kesmeye çalışıyorum üstelik, blog’u bu röportajla kaplayacak değilim…  Ama anılar nasıl da akıveriyor. 

  Çizgi romanlar benim çocukluk arkadaşımdı.  Bizim oralarda bir kitapçı vardı. Dükkanın bir köşesine yığdığı eski dergileri de satardı.  Çizgi romanları oradan bulurdum.  Harçlığım yetmediğinden, okuduklarımı satın almaz, kiralardım.  Okuyup geri götürürdüm.

 

Ü – Bu sizin oralar nereler tam olarak?

  

A – Ben İzmirliyim. Çocukluğum İzmir’de geçti.  Nato’nun varlığı, orda farklı kimi ayrıntılarda kendini belli ederdi. 

  

Ü – Çizgi romanın “üs”lü muazzam günleri. Üsler gitti çizgi romanlar göç etti adeta.

  

A – Uçtular daha çok.

  

Ü – Nasıl…!!!?

  

A – Superman, Superboy, Supergirl… Archies…  Charlie Brown. Mad… Adını şimdi hatırlayamadığım birkaç çizgi roman daha…   Natoda çalışan Amerikalıların çocuklarına sürekli gelen bu dergiler (belki de ülkelerine gidip gelirken yanlarında getiriyorlardı) okunduktan sonra çöpe atılırlardı.  Kimileri de bu dergileri çöpten toplar ve kitapçılara satardı.  Daha sonra Amerikalılar da öğrendiler işi ve çöpe atmak yerine, kilo ile dergileri kapıdan satmaya başladılar… J

 

 

 

Ben ne bulursam alırdım.  Ama işte, hepsinin adını hatırlayamıyorum.  Archies benim favorimdi.  Kötü kalpli Veronika ile adını unuttuğum iyi kalpli sarışın, Archie’nin arkadaşlığı için birbirleriyle yarışır dururlardı.  Superman’i de çok severdim.  Krypton gezegeni ve gazeteci Clark Kent… Kendimi Supergirl olarak görürdüm ama sonradan bir de baktım, Supergirl dergisi de çıkıvermiş, ama bana hiç benzemiyor J.

  

Dergileri kitapçıda üst üste istiflenmiş görünce, yüreğim çarpmaya başlardı. Aralarından seçmek için dergileri evirir çevirirdim.  Kimi zaman da, sayfaları kopuk çıkardı.  O yüzden sayfa sayfa kontrol ederdim almadan önce…

  

Offf, daha anlatacak çok şey var.  Nasıl olacak bu iş!  Durmak zorunda mıyım?

  

Ü – Tam tersine. Anlattıkça açılıyorsunuz. Keh, keh… İsterseniz biraz daha geriye gidelim hayatınızda.

  

A – Olur…

  

Ü – Nasıl yani?!!!

  

A – İstasyonun oralarda, uzak bir akrabamız otururdu.  Bayılırdık onlara gitmeye. Annem gidiyoruz deyince, sevinçten uçardım.  O ailenin çocukları, Teksas, Tommiks, Red Kit hayranıydılar.  Eh, onlara gidince, bize de bir şeyler düşerdi tabii.  Hemen bir kitap kapar, bir köşeye çekilip okurdum.  Ama hepsini okumaya zaman yetmezdi ki.  Gitme vakti gelince, yalvar yakar birkaç kitabı yanıma almaya razı ederdim arkadaşımı.  E tamam ama, annem babam görmeden nasıl götüreceğim?

  

Evet, inanmayabilirsiniz ama bizim evde çizgi roman okumam yasaktı.  Eve yalnızca “Resimli Roman” diye Hayat yayınlarının bir dergisi alınırdı.  Oradaki resimli romanları annem de takip ettiğinden…  Ama Teksas ve Tom Miks gibi “zararlı!” kitapları ancak ben kalkışırdım okumaya.

  

Alma iznini koparınca, hemen en kalın ciltlilerden seçerdim.  Sonra onları bel lastiğime sıkıştırır ve eve kadar kimseye belli etmeden götürür, hemen bir kitap arasına saklardım.

  

Neden yatak altına değil diye sorarsanız… Yatak altları, komedin çekmecesi, halı altı, şilte kenarı gibi yerler annem tarafından çoktan keşfedilmişti de ondan…

  

Okuduktan sonra aynı yöntemle geri götürürdüm.  Bel lastiğime sıkışmış olarak…

  

Şimdi düşünüyorum da…  Çocukluğumda çizgi roman okumak ne zahmetli işmiş… J Ben ise ne kadar inatçı…

  Ü – Aslında bugün de inatçı okurlarımız var. Hatta en az beş bin kadar. Belki bir o kadar da bilinmeyen ve dağınık okuyan. Son bir soru daha geliyor Aytül Hanım, Çizgi romandan beklentiniz nedir?

 

Çizgi romandan beklentimi nasılsa alırım!  Bu yüzden benim beklentim, çizgi romandan değil, okurundan ve okumayanından.

  

Çizgi roman okurları, bağırmalı, tepinmeli, isyan etmeli…

 

….ve suni teneffüs mü yaparlar, kalp masajı mi uygularlar,  çizgi romanı yeniden canlandırmalı. Çocukluğumda vardı, gençliğimde vardı. Sonrasında niye olmasın? 

  Çizgi roman okumayanından beklediğim ise, zararlıdır, gereksizdir tavırlarıyla, okumak isteyene de mani olmasınlar.  Kendileri okumazsa okumasın, onları kazanmak gibi bir misyonum yok. Ben onların hayat öğretmenleri değilim, mentor’ları hiç değilim. Kimilere teğet geçip gitsinler. Yaşamı hiç bilemesin, bu onların sorunu…

  Ümit Kireççi

Posted in ÇR Okurlar - Emek Verenler | 2 Comments »